Suç ve Ceza: İşçi Ölümlerinde Kim Ceza Alır, Kim Ceza Almalıdır? - Emre Gürcanlı

  16.09.2014   4785 okunma   
Bu hafta, iş cinayetlerinde suç ve ceza kavramını biraz tartışalım. Torunlar İnşaat şantiyesinde gerçekleşen katliam sonrasında bu kavramları yerli yerine oturtmak önemli, mücadelemiz açısından hele çok önemli...
Ölümlerin hemen ertesinde

Sadece tekil ölümlerde değil, büyük işçi katliamlarında da (Soma veya Torunlar İnşaat gibi), ilk önce gerek işçi ailelerinin, gerekse de kamuoyunun talebi, sorumluların “ceza”landırılmasıdır. Yaşanan olayın hemen ardından şirkete, patrona, hatta sisteme tepki en üst düzeyindedir. Kapitalist sömürünün acımasızlığının billurlaştığı bir andır o ölüm veya yaralanma anı! Hemen birilerinin cezalandırılması istenir, genelde de ilk önce işçinin şirketi, patronu yargılansın, cezalandırılsın, cezalarını çeksinler şeklinde veryansın edilir, tepkiler kimi zaman “lanet olsun bu düzene” haline de gelebilir. Torunlar İnşaat’ta asansörün içinde yaşamını yitiren genç kardeşimiz, genç işçi arkadaşımız Menderes Meşe’nin facebook mesajında “Ulan para Soma'nın da üstünü örttün ya, ne diyeyim. Para öyle bir şey işte” demesi de, olayın sıcaklığı içinde düzenin apaçık sorgulanması değil midir?

Patron cezalandırılmalı, şirket cezalandırılmalı vesaire derken, olayın sıcaklığı biraz gidince şunu görürüz, cezalandırılacak kişiler hiçbir zaman tepe noktalarda değildir, zaten şirketler de kurumsal olarak cezalandırılmaz. Herşeyden önce, hukuk sistemimizde cezaların şahsiliği ilkesi uyarınca…

İşyerindeki iş cinayetinin sorumlularının peşine düşülür, örneğin şantiye şefi, saha mühendisi, iş güvenliği uzmanı, kimi zaman proje müdürü, iskeleyi kuran ustabaşı, asansörü imal eden firmanın mühendisi, hatta kimi zaman yaşamını yitiren işçinin çalışma arkadaşı… Kusur asli, tali olarak dağıtılır dağıtılır, çok nadiren yukarıya, patrona kadar gider… Devlet görevlilerinin sorumluluğunu tartışmak ise belki de en son aşamada karşımıza çıkar, çünkü bunun için Türkiye’de amirlerinin soruşturma izni vermesi gerekmektedir:

“Katliamın hemen ardından yapılan araştırmalarda ocak içinde normalin 10 katı yüksekliğinde 500 PPM karbonmonoksit gazı tespit edildi. Buna rağmen işçiler çalıştırılmaya devam ettirilirken, uyarı ve güvenlik önlemlerinin alınmadığı tespit edildi. Temmuz ayında gerçekleştirilen ikinci soruşturma ise savcılığa teslim edilmedi. Katliamın hemen öncesinde ise iş müfettişlerinin yaptığı denetimlerde olumlu raporu verilmişti. Yaşanan katliamın ardından savcılık olumlu rapor veren iki müfettiş için Bakanlığa başvurmuş, Bakanlık ise olayı örtbas etmeye çalışarak soruşturmaya izin vermemişti” (http://ilerihaber.org/faruk-celik-soma-yi-karartma-pesinde/1794/)

Bu durumu biraz analiz etmeye çalışalım, bazı kavramları netleştirelim, bazı noktaları vurgulayıp, nereye bakmamız gerektiğini birlikte keşfedelim…

İşyerinde ölüm veya yaralanma olduğunda hukuk sistemi nasıl işler?


Çokça tartışılır, şirkete ceza kesildi, şirket tazminat ödedi, sorumlular gözaltına alındı, şu sorumlu ama şunun cezası ertelendi vs. vs.

Bir "kaza" gerçekleştiğinde, üç farklı koldan hukuk sistemi işler. Bunlardan ilki, işin idari hukuk boyutudur. Şirkete para cezası, işyerinin kapatılması, işin durdurulması, kısacası işçi sağlığı ve iş güvenliği mevzuatına aykırılıktan dolayı İş Müfettişleri'nin tespitleri uyarınca yaptırımlar, işin yalnızca bir boyutudur.

İşin bir diğer boyutu, geçen hafta tartıştığımız "tazminat" meselesidir. Tazminat hukuku, ceza hukukundan apayrı bir alandır. SGK tazminat öder, şirkete, şirketin sorumlularına tazminat davası açılabilir, SGK rücu davası açar bir başka ifadeyle işçiye ödediklerini şirketten geri alır vs. vs.

Ama iş cinayetlerinin hemen ardından, kamuoyunun beklentisi bunlar değil, sorumluların CEZAlandırılmasıdır! İşte burada da Ceza hukuku işin içine girmektedir. Bu olaylar hukuk sistemimizde "taksir" ve "bilinçli taksir" kapsamında değerlendirilir. İkisi arasındaki fark ise şöyledir, diyelim ki, bir kazı işi yapıyorsunuz (bakınız örnek İTÜ Maslak Kampüsü'nde gerçekleşen göçük sonrası işçi ölümü!) gerekli hiç bir önlemi almadınız, halbuki bilim ve tekniğin gereklerini yerine getirmeniz gerekirken getirmediniz, bu durumda "bilinçli taksir"den söz edilebilir. Ama diyelim, önlemleri aldınız veya aldığınızı sanıyorsunuz, eksik aldınız bu durum genellikle "taksir" olarak nitelendirilir.

Neyse, uzatmayalım, neden bu kavramların üzerinde duruyoruz, çünkü dikkat ederseniz bu kavramlar işyerlerindeki ölüm ve yaralanmaları (kazayı!), istenmeyen, gerçekleşmesi beklenmeyen, beklense de talihsiz, kötü şans olarak nitelendiren, kasıtsız olaylar olarak nitelendirmektedir. Üst yapı kurumu olarak hukukun temel bakış açısı budur! Halbuki, dört haftadır bu köşede sürekli şunun altını çiziyoruz: kapitalist üretim ilişkileri içinde kutsal olan şey kardır, karın maksimizasyonudur ve bunun için alınan kararlar dokunulmazdır!

Kusurun parçalanması...

Üst düzey şirket yetkilileri ve yöneticileriyle suç arasında ilişki kurmak, sorumluluğun dağıldığı ve operasyonel kararların alt düzey yetkililerce alındığı bir şirket hiyerarşisi içinde güç olabilir (Tombs, 1995) Çoğu zaman, karar alma mekanizmalarını incelemek, üst düzey yöneticiler hakkında deliller toplamak gibi çabalar içine girmek polis ve savcılar açısından zaman harcayıcı ve yıldırıcı bir iş olacaktır. Saha mühendisini, iş güvenliği uzmanını veya en fazla proje müdürünü suçlayıvermek çoğu zaman en kolayıdır ve tercih edilenidir. Gerçek suçluların bulunması ve cezalandırılması çabası uzun hukuksal mücadeleler, zaman ve para alacağı için de çoğu durumda, işçi yakınları, sendikalar veya işçilerin kendileri dahi geçen hafta ayrıntılarına girdiğimiz, tazminat noktasına yoğunlaşır. Tazminatlar için mücadele, işçi sağlığı ve iş güvenliği mücadelesinde belki de işin en kolay kısmıdır, zira ne bireylerin, ne şirketlerin ne de kurumların hesap vermesi istenmemekte, varolan durum sorgulanmamakta, kimse suçlanmamaktadır.

Bir "kaza" incelenirken, cezaların şahsiliği ilkesi uyarınca, olayla uygun ilişki taşıyan kişi veya kişiler sorgulanır, olayla ilgili bağları incelenir. Örneğin kazı sırasında önlemi almayan saha mühendisi, onu uygun bir şekilde yönlendirmeyen şantiye şefi, yerinde denetim yapmayan iş güvenliği uzmanı vs. vs. saptanır, yasa, tüzük ve yönetmeliklere uyup uymadıklarına bakılır ve asli veya tali kusurlu diye kusur dağıtılır. Bu örnek olayda hiç kimse şu soruları sormamaktadır:

Kazının neden bu kadar kısa zamanda bitirilmesi gerekir? Kazı için tüm önlemler alınırsa gerçekleşecek gecikmeden sorumlu tutulacak mühendisin başına neler gelir? Kazı için önlemlerin alınması için gerekli parayı kim cebinden çıkarıp verecektir? Neden çok daha güvenli kazı teknikleri varken, bu teknik tercih edilmiştir (ucuz olduğu için mi?) Parasını kendi patronundan alan iş güvenliği uzmanının, kendi patronunu şikayet etmesi düşünülebilir mi, işten atılmayacağının garantisi var mıdır? İşin planlaması yapılırken, işçi sağlığı ve iş güvenliği ayrı bir maliyet kalemi olarak hesaplamalara dahil edilmiş ve bütçe ayrılmış mıdır? vs. vs.

Sorular her olay için artırılabilir ve tüm bu sorular bizi parayı takip etmeye, paranın kaynağını takip etmeye zorlamaktadır. İşin özü sermaye, kendi yatırımına kendi karar verir, ne kadar uğraşırsanız uğraşın işyerlerindeki ölüm ve yaralanmalarda tepe noktalara ulaşmak zordur, hukuk sistemi çoğu durumda elinizi kolunuzu bağlamaktadır... Kusurlu önlem almayan mühendis ve dikkatsiz işçiye yıkılmaktadır, kısacası sermaye yerine emek kusuru üstlenmekte ve cezalandırılmaktadır...

İşyeri dışındaysa cinayet, içindeyse kaza!

 “İşçi sağlığı ve iş güvenliği rejiminde baskın ideolojik varsayımlar, yasal süreçleri ve mevzuatı düzenlerken alınan kararlarda ve davranışlarda belirleyici olmaktadır. (Tucker, 2006: 280) Bu varsayımlardan bir tanesi işçi ile işverenin çıkarlarının uyumluluğu, üretimin kutsanması, üretim süreçlerine dair her şeyin meşru kabul edilmesi, genel olarak tehlikeli çalışma ortamlarının bir veri kabul edilip, düzeltilmesi gereken bir durum olarak ileri sürülmesidir. Var olan üretimin kendisi, yapısı, üretim süreçleri içinde işçinin konumu, üretim yöntemleri ve benzeri konulardaki tartışmalar burada kesinlikle yer almamaktadır.

Buradan da şu noktaya geliyoruz, herhangi bir kusur işyerinde iken başka, işyeri dışındayken başka şekilde değerlendirilmektedir! İşyerinin dışında olan bir öldürme eyleminde, kasıt, olası kast, bilinçli taksir ve en son taksir şeklindeki sıralama, işyeri içinde tam anlamıyla yer değiştirmektedir. Daha kısaca söyleyelim, işyeri içinde gerçekleşen bir ölüm veya yaralanma “kaza” oluvermekte, işyeri dışında ise “cinayet” sıfatını çok daha kolay almaktadır. Burada kapitalizmin ilk dönemlerinden beri burjuva ideolojisinin en fazla hakim olduğu, kendisini en dokunulmaz olarak gördüğü bir alana gireriz. Özel mülkiyet ve üretim kutsaldır! Birey (işçi) ile diğer birey (patron) karşılıklı, özgür iradeleriyle bir sözleşme imzalamaktadır, kimse kimseyi zorla çalıştırmamaktadır.

Facia, felaket kavramları ideolojik bakışı güçlendirir/yönlendirir


Herhangi bir işçinin ölümü, yaralanması veya sakat kalması “kaza”, “şansızlık”, “talihsizlik” olarak görülürken, birden fazla işçinin bir anda ölmesinde hemen “facia”, “felaket” gibi kavramlarla karşılaşırız. Bu kavramlar, insan iradesinin dışında, bir anda, tamamen kendine has, çok özel bir durumu anlatır, anlatmaya çalışır. “10 işçinin yaşamını yitirdiği faciada”, “301 maden işçisinin yaşamını yitirdiği büyük felaketin acıları…” Kaza, felaket ve facia kavramları tamamen hedef şaşırtan kavramlardır, sorumluların kim olduğu, nasıl ceza almaları gerektiği ve benzeri soruları tamamen perdeler, vicdanımızı burkar, içimizi acıtır bu ifadeler. Halbuki, “katliam”, “iş cinayeti”, “cinayet” dediğimizde, doğrudan bir sorumluyu, cezalandırılması gereken bir kişiyi içinde barındıran kavramlarla karşı karşıya kalırız. Hangi sözcüğü, kavramı kullanacağınız tamamen ideolojik bir tercihten kaynaklanır, ister bilinçli ister bilinçsiz… Bir üst yapı kurumu olan hukuk sistemine de bu ideolojik bakış açısı içkindir.

İşyerlerindeki bir veya birden fazla ölümün hemen ardından, sermaye sahibinin kendisini yasal olarak sağlama alma, temize çıkarma mekanizmalarını harekete geçirme konusunda kullandığı kaynakları zayıflar. Özellikle de patronun çok net bir şekilde olayda kusuru ortadaysa, bu mekanizmaların harekete geçmesi mümkün olmaz. Kastettiğimiz şu, bir anda kendisini aklayacak medya gücünü bulamaz, kendisine anlayışla yaklaşacak sırtını sıvazlayacak bir savcı yoktur, “yatırımcımız da mağdur oluyor maalesef” diyen bir politikacıyı hemen yanıbaşında bulamayacaktır. İşçi ölümlerinin hemen ardından yaşanan bu anlar maalesef geçicidir ve tamamen verili sınıf mücadelesiyle bağlantılıdır. Örgütlü ve toplumsal hafızayı harekete geçirecek, uzun soluklu bir tepki olmadığı sürece, olaydan bir süre sonra ortam “stabilize” olacak ve “denge” sağlanacaktır. Zira hakim ideoloji sermaye sınıfının ideolojisidir, belirleyici olan onun üst yapı kurumlarıdır.

Bu dönemlerde işçi sağlığı ve iş güvenliğine ilişken tartışmalar alevlenir, daha fazla denetim, daha sıkı yasal mevzuat tartışmaları olur, kimi zaman da ciddi adımlar atılır, yasal düzenlemeler getirilir. Ama şunu unutmayalım: bir insanı sokakta vurduğunuz zaman katil olmaya, ama işyerinde öldürdüğünüz zaman kusurlu, dikkatsiz, tedbirsiz olarak anılmaya devam edersiniz! İş cinayeti kavramı siyasal bir kavramdır ve bu kavramın yerleşmesi, hakimiyet kazanması üst yapı kurumlarını da etkileyecektir, etkilemelidir.

Cezasız Suçlar


Tarihsel olarak baktığımızda, sermaye sahiplerinin ceza hukuku kapsamında yargılandıkları, cezalandırıldıkları  örnekler çok azdır. Burada kuşkusuz idari cezaları değil, ceza hukuku kapsamındaki cezalar kastedilmektedir. Şirket sahiplerinin bizzat verdikleri kararlar sonucunda gerçekleşen ölüm ve yaralanmalar sonucunda hapse girdiklerine çok rastlanmaz. Bazı gelişkin kapitalist ülkelerde, uzun süren mücadeleler sonucunda, şirket sahipleri ve yöneticilerinin cezalandırıldıkları örnekler olsa da bunlar talidir. Örneğin Thébaud-Mony ve Lafforgue (2013) endüstriyel suçlar (veya geniş anlamda şirket suçları) ile mücadelede ciddi ilerlemeler kaydeden İtalya ve Fransa Ceza Mahkemelerinde son zamanlarda alınan kararların sosyo-yasal analizini sunarlar ve biri Fransa’dan, Toulouse Temyiz Mahkemesi’nden, diğer ikisi ise İtalya Torino’daki mahkemelerden üç davayı makalelerinde incelerler. Bu davalar, ilgili şirketlerin üst düzey yöneticilerinin 3 ile 18 yıl arasında değişen sürelerde hapis cezasına mahkum edilmesi ile sonuçlanmıştır.

Şirket sahiplerinin, üst düzey yöneticilerinin cezalandırılmamasının kökeninde, sadece ülkemizde değil, kapitalist sistemin özünde olan ve zaman zaman ortaya çıkan bir kabul vardır; işçiler o veya bu şekilde gönüllü olarak riskleri kabul ederler, hatta riskli işlerde ücret daha da yüksektir, bu riskleri bildikleri için çalışırlar. Bir işçi her türlü tehlikesini bildiği halde neden hala madene iner, yaklaşık bir saat önce arkadaşını kaybetmiş işçi neden hala tersanede çalışmayı sürdürür, bir gün önce iskeleden düşen arkadaşını hastaneye yetiştiren inşaat işçisi, neden sabah mesaisine gecikmemek için çaba sarfeder? Tüm bu soruların yanıtı kendisi için sınıf olamamış, kapitalizmin açlıkla, yoksullukla, işsizlikle her gün imtihan ettiği işçi sınıfını belirleyen koşullarda yatmaktadır. Tek başına bunlar demek kesinlikle yetersiz olacaktır. Kader, fıtrat, kaza, talihsizlik ve benzeri kavramlar burada devreye girer, insanın dışında, insan iradesinden bağımsız bir şeylerin ölümlere ve yaralanmalara yol açtığı inancı o veya bu şekilde içselleştirilmeden, tek başına “ekonomik” koşullar yukarıda sorduğumuz soruları açıklayamaz…

Ceza yasasının, işçi sağlığı ve iş güvenliği rejiminden ayrı tutulmasının en az iki düzeyde açıklaması vardır: sosyolojik ve yasal-kurumsal. Pek çok radikal suç bilimcisine (criminologist) göre, ceza yasası topluma dışsal bir şekilde durmaz, eşitsiz toplumsal ilişkilerin devamını sağlamanın bir aracı ve üreticisidir. Bunun sonucunda, kapitalist toplumlarda ekonomik olarak güçlü olanların yanlışlarını kriminal bir fiil kategorisine sokma konusunda inanılmaz bir direnç olagelmiştir. Direnç özellikle işveren kar getiren bir işyeri faaliyeti sırasında suç işlediğinde yüksektir. Bu durum, iş ilişkilerinin konsensusa dayalı olduğu ve çalışanların belli bir risk düzeyini kabul ettiği varsayımına dayanır. Bir itham veya suçluluk isnadı (birisinin suçlu olduğunu ileri sürme) belli risklerin kabul edilemezliğine ilişkin toplumsal bir yargıyı yansıtır ve bireyin bu risklere rıza göstermesine izin vermez. Suç ve birisinin suçlu olduğunu ileri sürme ve benzeri kavramları iş ilişkilerinde kullanmak bu yüzden tuhaf olacaktır (Tucker, 292).

Örneğin;

Birisi “ben uyuşturucu ticareti yapıyorum, bu işte çalışanlara uyuşturucu da içiriyorum” derse ve kendi altında kendisine tamamen her konuda rıza göstermiş, iradelerini teslim etmiş insanları çalıştırırsa bu bir suçtur. “Uyuşturucu kullanımının ve satışının risklerini kabul ediyorum” demesi, ne o çete üyesini, ne de çete reisini aklamaya yetmez. Kimi zaman aşırı dozdan, kimi zaman bir çatışmadan dolayı altında çalıştırdıkları  ölebilir ve çete reisi tabii ki suçludur. Halbuki uyuşturucu çetesinin reisi, kimseyi bir şey yapmaya zorlamamakta, herkesi kendisiyle çalışmaya razı etmektedir (!). Bu ilişkiler ağını nasıl da suç olarak görüyor ve risk, rıza vs. kavramlarını hemen reddediyoruz değil mi?

Peki bir sermaye sahibi, deprem toplanma ve çadır sahasına AVM veya rezidans inşaatı yaparsa, inşaatının imar durumunu kendi lehine değiştirmek için hükümet yetkilileriyle gece gündüz birlikte olursa, bu inşaat sırasında gerekli önlemleri almaz, bir an önce yatırımını ranta dönüştürmek için işi acele acele yaptırır, iş programını sıkıştırırsa, iş güvenliğine ilişkin işçilerden gelen her türlü uyarıyı kulak arkasına atıp, “bir an önce bitecek” derse… Bu durumda şantiyede gerçekleşen bir veya birden fazla işçi ölümüne “kaza” mı deriz, “suçlu” arar mıyız, yoksa “inşaat sektörünün gerçeği zaten, işçiler de eğitimsiz ve dikkatsiz” mi deriz?

İşin mücadele boyutu düşünüldüğünde CEZA kavramı üzerine düşünmek bir elzemdir.  Tucker (2006) “Sonuç olarak, işçi hareketi varolan rejimde radikal değişiklikler yerine, ılımlı değişiklikleri desteklemeye eğilimli olagelmiştir” derken ilginç bir noktaya işaret eder. Yaralanan işçinin tazminatını son kuruşuna kadar alan sendikacı mı, suçluların cezalandırılması için mücadele eden sendikacı mı sorusuna verilecek yanıtı hep birlikte düşünmemiz gerekmektedir. Daha az zararlı bir sistem için mücadele mi, sistemin tamamen değiştirilmesi için mücadele mi? İşçi sağlığı ve iş güvenliği alanındaki mücadele bize bu soruyu her aşamada sordurmaktadır!

Tucker, E (2006) Accountability and Reform in the Aftermath of the Westray Mine Explosion, Working Disasters-The Politics of Recognition and Response kitabı içinde, Editör: Eric Tucker, Work, Health and Environmen Series, Baywood Publishing Company, Amityville, Newyork.

Tombs, S. (1995) Corporate crimes and New Organizational Forms.

Corporate Crime: Contemporary Debates içinde 7. Bölüm, University ofToronto Press, Editörler F. Pearce and L.Snider

http://ilerihaber.org/faruk-celik-soma-yi-karartma-pesinde/1794/

Thébaud-Mony, A.,  Lafforgue F., (2013) Industrial crimes and the criminal justice system: experiences from continental EuropePolicy and Practice in Health and Safety, Issue 2, pp. 81-89(9)

Makalenin Türkçesi gönüllü çevirmenler tarafından çevrilmiş olup aşağıdaki linkten okunabilir

http://guvenlicalisma.org/index.php?option=com_content&view=article&id=10384%3Asirket-suclari-ve-ceza-hukuku-sistemi-kita-avrupasindan-tecrubeler-annie-thebaud-mony--francois-lafforgue&catid=130%3Amakaleler&Itemid=240